Ankara - Etnografya Müzesi

Ankara - Etnografya Müzesi
Karakter Boyutu

Ankara - Etnografya Müzesi. “Burası, 10/11/1938’de sonsuzluğa ulaşan Atatürk’ün 21/11/1938’den 10/11/1953’e kadar yattığı yerdir.”

Ankara Etnografya Müzesi. (10 Kasım 1953)

Ankara - Etnoğrafya Müzesi

Etnografya Ankara’nın Namazgah adı ile anılan semtinde, Müslüman mezarlığı olan tepede  kurulmuştur. Anılan tepe Vakıflar Genel Müdürlüğünce 15 Kasım 1925 tarihli Bakanlar Kurulu kararı gereğince, Milli Eğitim Bakanlığı'na müze yapılmak üzere bağışlanmıştır.

1924 yılına kadar Anadolu’da Kurtuluş Savaşı’na katılan, milli kültüre önem veren devrimciler, Türklerin maddi ve manevi kültü mirasını içeren bir Etnografya Müzesi'nin kurulmasının gerekliliğine inanıyorlardı. Bu nedenle Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver, eski mesai arkadaşı Budapeşte Etnografya Müzesi şeflerinden Türkolog J. Meszaroş’un müzenin kuruluşu konusundaki görüşleri sorularak, kendisine hizmet teklif edildiği, Prof. Meszaroş’un bakanlığa sunduğu 29 Kasım 1924 tarihli raporundan anlaşılmaktadır. Böylece Halk Müzesi'nin kurulmasına hazırlık yapılmak üzere, 1924’te İstanbul’da Prof. Celal Esad (Arseven) başkanlığında, daha sonra 1925 yılında İstanbul Müzeler Müdürü Halil Ethem (Erdem) başkanlığında, eser toplamak ve satın almak üzere özel bir komisyon kurulmuştur. Satın alınan 1250 adet eser, 1927 yılında inşası tamamlanan müzede teşhir edilmiştir. Müze Müdürlüğü'ne de Hamit Zübeyr Koşay atanmıştır.

15 Nisan 1928 yılında müzeyi ziyaret eden Gazi Mustafa Kemal Paşa (Atatürk) müze hakkında bilgi aldıktan sonra, Afgan Kralı Amanullah Han’ın Türkiye’yi ziyaretleri nedeniyle, müzenin açılmasına emir buyurmuşlardır. Müze 18.7.1930’da halka açılmış ve 1938 Kasım ayında Müzenin iç avlusu, geçici kabir olarak ayrılıncaya kadar açık kalmıştır. Atatürk'ün naaşı 1953'de Anıtkabir'e nakline değin burada kalmıştır. Bu kısım halen Atatürk’ün anısına hürmeten sembolik bir kabir şeklinde korunmaktadır, üzerinde beyaz mermere yazılmış şu kitabe bulunmaktadır.

“Burası 10.11.1938'de sonsuzluğa ulaşan Atatürk’ün 21.11.1938 den 10.11.1953 e kadar yattığı yerdir.”

15 yıl süreyle Etnografya Müzesi Anıtkabir görevini görmüştür. Devlet başkanlarının, elçilerin, yabancı heyetlerin ve halkın ziyaret yeri olmuştur. Bu süre içinde müzede çalışmalar sürdürülmüş 6-14.11.1956 tarihinde Uluslararası Müzeler Haftası nedeniyle gerekli değişiklikler yapılarak, tekrar halkın ziyaretine açılmıştır.

Binanın mimarı Arif Hikmet (Koyunoğlu) Cumhuriyetin ilk dönem mimarlarının en değerlilerindendir.

Bina dikdörtgen planlı olup, tek kubbelidir. Yapının taş duvarları küfeki taşı ile kaplanmıştır. Alınlık kısmı  mermer olup üzerleri oyma süslüdür.

Binaya 28 basamaklı bir merdivenle çıkılır. 4 sütunlu, üçlü bir giriş sistemi vardır. Kapıdan girilince kubbe altı holüne ve buradan da iç avlu denilen sütunlu kısma geçilir. Buranın ortasına mermer bir havuz yapılmış, çatı kısmı açık bırakılmıştır. Daha sonra bu iç avlu Atatürk'e geçici kabir olarak ayrıldığında, havuz bahçeye nakledilerek, çatısı kapatılmıştır. İç avlunun etrafında simetrik olarak büyüklü küçüklü salonlar yer almaktadır. İdare kısmı müzeye bitişik  olup iki katlıdır.

Müze önünde at üstünde duran bronz Atatürk Heykeli 1927'de Milli Eğitim Bakanlığı tarafından İtalyan Sanatkarı P. Conanica'ya yaptırılmıştır.

Etnografya Müzesi, Türk Sanatının Selçuklu Devrinden zamanımıza kadar devam eden örneklerinin sergilendiği  bir müzedir.

Anadolu’nun çeşitli yörelerinden derlenmiş halk giysileri, süs eşyaları, ayakkabı, takunya örnekleri, Sivas yöresi kadın ve erkek çorapları çeşitli keseler, oyalar, çevreler, uçkurlar, peşkirler, bohçalar, yatak örtüleri, gelin kıyafetleri, damat tıraş takımları eski geleneksel Türk sanatının birer temsilcileridir.

Türklere özgü teknik malzeme ve desenlerle kendi içinde halı dokuma merkezlerinden Uşak, Gördes, Bergama, Kula, Milas, Ladik, Karaman, Niğde, Kırşehir yörelerine ait halı ve kilim koleksiyonu vardır.

Anadolu  Maden sanatının güzel örnekleri arasında XV.Yüzyıldan kalma Memlük kazanları, Osmanlı şerbet  kazanları, güğüm leğen, sini, kahve tepsisi, sahanlar, taslar, mum makasları vb. çeşitli madeni eserler vardır.

Osmanlı Devri yayları, okları, çakmaklı tabancalar, tüfekler kılıç ve yatağanlar, Türk çini porselenleri ve Kütahya porselenleri, tasavvuf ve tarikat ile ilgili eşyalar, Türk yazı sanatının güzel örneklerinden levhalar bulunmaktadır.

Türk  ağaç  işçiliğinin  en güzel örneklerinden, Selçuklu Sultanı III. Keyhüsrev'in tahtı  (XIII. y.y.), Ahi Şerafettin Sandukası  (XIV.y.y.), Nevşehir Ürgüp’ün Damsa Köyü Taşhur Paşa Camii mihrabı (XII. y.y.), Siirt Ulu Camii  Mimberi  (XII.y.y.) Merzifon Çelebi Sultan Medresesi Kapısı (XV.y.y.) müzemizin önemli eserlerindendir.

VII. Dönem T.B.M.M. üyesi Besim Atalay’ın müzeye armağan ettiği koleksiyonu çeşitli devirlere ait Türk sanat tarihlerini içermektedir.

Müzede özellikle Anadolu etnografya ve folkloru, sanat tarihi ile ilgili eserleri içeren bir ihtisas kütüphanesi bulunmaktadır.

Adres: Talatpaşa Bul. Opera / Ankara. Tel: (0312) 311 30 07

Kaynak: www.kultur.gov.tr

 

ANKARA ETNOGRAFYA MÜZESİ

Atatürk, Birinci Dünya Savaşı’yla İstiklâl Savaşı’nın Anadolu’da bıraktığı yıkıntılar ve kalıntılar üzerine, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu. Devrimler yaptı.

Amacı açıktı. Bu devrimlerle halkını ileri çağlara, geleceğe hazırlıyordu.

İşte, örneğin kıyafet ve şapka reformu, böylesi akımlar içinde yer alır.

Ama, çok ilgi çekicidir. Devrimci akımlar sürdürülürken öbür taraftan geleneksel halk giyimini, halk sanatlarını sergileyecek Etnografya Müzesi’ni başkent Ankara’da kurduran yine Atatürk’tür.

REFORMLARDAN SONRA

Onun buradaki amacı, herhalde, reformlardan sonra kaybolması kaçınılmaz olacak eski halk sanatlarının, halk giyimlerinin, halk geleneklerinin unutulmasını önlemekti. Kısacası, onun isteği, eski kültür ürünlerimizin kullanılması değil (ama müzelerde toplanıp) sergilenmesiydi.

Herhalde Mustafa Kemal, bize şunu anlatmak istiyordu:

“Halkımızın güncel hayatında şimdiye dek kullandığı geleneksel eşyalarını, aygıtlarını,giyimlerini, el işlemelerini, tüm sanat eserlerini toplama zamanı artık gelmiştir. Çünkü, reformlar yanında (ve onların bir sonucu olarak yeni şekiller alacak güncel yaşamımızda) kaybolması mukadder kültürel mirasımızın örneklerini, unutmayalım. Yeni çağın akımlarına uyarken, geleneksel kültürün halk sanatı örneklerini de müzelerde toplayalım, sergileyelim. Bu, kişiliğimizin ve çağımızın gereğidir.”

Herhalde Atatürk, hem devrimlere girişmek hem de etnografya müzesi kurdurmakla bu amacı gütmüş olmalı. Olayların mantığı, bizi bu sonuca götürüyor.

İşte böylece Atatürk’ün arzusuyla, direktifleriyle Etnografya Müzesi’nin temeli, Ankara’nın ortasında, 1925 yılında atılmıştır.

Bu olay, çok düşündürücüdür; üzerinde durmaya değer. Çünkü savaşlardan yeni çıkmış Türkiye, çok zor günler yaşıyordu o sıralar.

İMKÂNSIZLIĞA RAĞMEN

Çağın gerisinde kalmış imparatorluk çökmüş, parçalanmıştı. Anadolu, baştan başa yanmış yıkılmıştı. Nüfus, on milyonu biraz aşıyordu. Eldeki kadro, yok denecek kadar kısıtlıydı. Osmanlı İmparatorluğu’nun borçlarını, yeni doğan Türkiye Cumhuriyeti ödeyecekti. Yapılacak pek çok iş vardı. Bunlara karşın, eldeki olanaklar son derece azdı.

Ama Atatürk, o kadar yoğun problemlere ve imkânsızlıklara rağmen; hiç vakit kaybetmeden; 1925’de temeli atılan Ankara Etnografya Müzesi’nin kapılarını, 1930’da açtırıyor...

Olayın, bir anlamı olmak gerek...

Hayatî bir çok problem arasında, Etnografya Müzesi’ne verilen öncelik... ayrılan zaman, emek, bütçe...

Karar, çok ciddî bir düşüncenin sonucu olmalı...

Böylece kurulan ilk etnografya müzesinin (halk sanatlarını belirtme yolunda atılan ilk adımın), eksiksiz olduğu tabiki, söylenemez. Nitekim Müze’de daha çok beylik, kasaba, kent sanatlarının bazı eserleri ve giyimleri yer alıyordu; o kadar.

Ama gelecekte, Müze, hakikî bir etnografya müzesi karakterini kazanacaktı. Anadolu’daki dağ köylerinin, ova köylerinin kıyı köylerinin yaşantılarından örnekler de burada sergilenecekti. Çünkü müzenin adı Etnografya (Halk Sanatları) Müzesi’ydi. Ayrıca, “köylü efendimizdir” sözü de Atatürk’ündü.

Mustafa Kemal, köylüsünü yakından ve çok iyi tanıma durumundaydı. Özellikle İstiklâl Savaşı günleri, onun en yakınında (kadınıyla, erkeğiyle) Anadolu köylüsü yer almıştı.

Zaten Atatürk, devrimlerini de, köylüsünün (halkının) bünyesini gayet iyi bildiği için yapmış, yapabilmişti.

SANAYİLEŞMİŞ ÜLKELER

Halk sanatını belirtme yolundaki bu ilk gelişmelere rağmen, Atatürk’ün düşündüğü gibi Anadolu etnografyasını sergileyen bir Etnografya Müzesi’ne kavuştuğumuz hâlâ pek söylenemez.

Atatürk’ün “köylü efendimizdir” sözüne, 1930’da Etnografya Müzesi’ni açtırmasına ve halk sanatı hakkındaki diğer sözlerine rağmen, bizler, köylünün değerli ve övünülecek bir sanatı olabileceğine galiba “can-ı gönülden” inanamadık. Bu nedenle de, Atatürk’ün halk sanatı için açtığı yolu, pek izleyemedik.

Örneğin, hâlâ, millî kadın kıyafetimizin en tipik örneği olarak bindallı fistanı gösterenlerimiz çoktur.

Oysa bugün, sadece Yörük ve Türkmen giyimlerini ve onların kullandıkları yerleri araştırdığımızda, ne kadar önemli bilgiler (elle tutulan, gözle görülen) sonuçlar elde ederiz.

Köylülerin, doğumdan ölüme dek kullandıkları araçları gereçleri topladığımızda; güncel hayatlarında, kilimlerini ve halılarını ne için ve nerelerde kullandıklarını tespit ettiğimizde, ne kadar ilginç bilgiler sağlarız.

Bize özgü bu bilgileri ve parçaları müzelerde, kitaplarda dünyaya sunduğumuzda; tüm insanları ilgilendiren ne kadar zengin ve renkli bir Anadolu halk kültürü hazinesini ortaya çıkarmış oluruz.

Zaten dünyanın sanayileşmiş ülkeleri, daha 19. yüzyılda, etnografya müzeleri (kostüm müzeleri, el işleri müzeleri, açık hava köy müzeleri) kurmuşlar. Hâlâ da kuruyorlar.

Onların amacı, sanayi devrimini yaşayan gençlerine, toplumlarının eskiden nasıl bir hayat yaşadığını göstermektir. Geçmiş halk kültürlerini, unutulmaktan kurtarmaktır. Nereden gelip nerelere vardıklarını belirtmektir.

Bununla da yetinmeyen sanayi ülkeleri, henüz sanayileşmesini tamamlamamış ülkelerin halk sanatı ürünlerini de topluyorlar; ve onları, yine kendi etnografya müzelerine koyuyorlar. Böylesi müzeleri, tüm insanlar için, önemli birer görsel eğitim merkezi gibi kullanıyorlar.

Sanayi ülkelerinin çocukları, bu tür müzeleri gezerek yetişiyorlar; eğitiliyorlar.

Kişiler, müzelerden her şekilde yararlanabiliyorlar. Örneğin, eski halk kültüründen esinlenerek, sanayi çağına renk, estetik katıyorlar bir çok alanda. Gittikçe makineleşen, robotlaşan dünyamıza halk sanatlarının insancıl (barışçı) sıcaklığını getiriyorlar.

İLERİYİ GÖRÜŞ

İşte Atatürk, bu geleceği çok iyi gören nadir kişilerden biriydi.

Biliyordu ulusunun yeni bir çağı yaşayacağını... Kağnının yerini otomobilin alacağını... Karasabanın yerine traktörün geçeceğini... Eski moda “üç peş” entarilerin yerine, yeni moda giyimlerin beğeni kazanacağını...

O yıllar çekilmiş fotoğraflar, bunu kanıtlar. Atatürk, traktör üzerinde... Atatürk, son model otomobiliyle Anadolu’yu gezerken... Atatürk, son moda giyimiyle ve elinde şapkası, törenlere katılırken...

Ve bu çağdaşlaşma yanında (eski halk sanatlarının yok olup kaybolmasından önce), hiç vakit kaybetmeden, etnografya çalışmalarını da başlatıyor ve bize Ankara Etnografya Müzesi’ni armağan ediyor...

Genç Türkiye Cumhuriyeti’nde etnografya çalışmalarının çığırı böylece açılırken, bunun yanında arkeolojik kazılar da sürdürüldü. Çünkü, yer altında yatan kültür kalıntılarıyla yer üstünde hâlâ yaşayan halkın kültürü bizim eşdeğerde kültür miraslarımızdı.

Ama ne var ki (yer altı kazılarının ve açılan arkeoloji müzelerinin yanında) etnografik çalışmalar ve etnografya müzeleri aynı derece önemsenemedi. Halk sanatı üzerine çalışmalar, çok geride kaldı. Kostüm müzeleri el işleri müzeleri, açık hava köy müzeleri gerektiği gibi kurulamadı.

Oysa, toprak üstünde yaşayan halkın kültür (etnografya) örneklerinin çoğu (toprak altındaki arkeolojik eserler gibi) yüzlerce yıl bekleyemez. Halk sanatı ürünleri, zamanın akışı içinde kaybolup gidebilir. Erozyona uğrayabilir, ardından iz bile bırakmadan.

Ama bizler, bu durumu bildiğimiz halde, halk sanatlarına ve geleneklerine gereken önemi veremedik. Zaten vermiş olsaydık, bizim de bugün (dünya seviyesinde) etnografya müzelerimiz olurdu.

Vakıa, etnografik çalışmalar hiç yapılmıyor değil. Sempozyumlar, sergilemeler oluyor... Ama bunlar yeterli mi? Sanmıyorum.

SONUÇ

İşte, Ankara’da Atatürk’ün isteğiyle 1930 yılında kurulan Etnografya Müzesi, zamanında çok ileri bir adımdı.

Fakat sonra, 1930’ların o çok ileri adımını, bizlerin yeni adımlarla izlediğimiz söylenemez.

Bugün bu açıdan bakıldığında da, Etnografya Müzesi, olumlu ve olumsuz tutumlarımızın bir aynası olur. 1930’larda başladığımız çağdaş bir çabayı, artık bugün yine bizim tamamlamaya çalışmamız gereğini ortaya koyar.

Zaten bu hatırlatmanın altı, Atatürk’ün vefatıyla, bir kez daha çizilmişti. Çünkü Atatürk, ebedî istirahatine 1938 yılı burada (Etnografya Müzesi çatısı altında) başlamıştı. 1938 Kasım’ından 1953 Kasımına kadar (Anıtkabir’e nakledilinceye kadar) onun naaşı, Etnografya Müzesi’nde kalmıştı.

15 yıl Atatürk’ün naaşının kaldığı yer onun anısına hâlâ muhafaza ediliyor. Ve, beyaz mermer üzerine şunlar yazılı duruyor: “Burası, 10/11/1938’de sonsuzluğa ulaşan Atatürk’ün 21/11/1938’den 10/11/1953’e kadar yattığı yerdir.”

Not: Ankara’daki Etnografya Müzesi’nin kuruluşunda büyük emeği geçenlerden merhum Hâmit Zübeyir Koşay ile o zamanlar Türkiye’de yaşamış Macar bilim adamı Meszaroş’ü de burada anmak istiyoruz. Bu iki bilim adamı, Atatürk’ün emri altında, Türk etnografyasına büyük hizmet vermişlerdir. Merhum Koşay, Anadolu’da bir Açık Hava Köy Müzesi kurulması fikrini, ömrü boyu savunmuştur. Umarız, bu arzu, yakın bir gelecekte gerçekleşir.

Sabiha Tansuğ

Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 18, Cilt: VI, Temmuz 1990

Bu yazıyı paylaş
Paylaş
Kapat
0/0
Ankara - Etnografya Müzesi