Sanat Kurumlarının Oluşmasında Atatürk'ün Rolü
Karakter Boyutu
Sanat Kurumlarının Oluşmasında Atatürk'ün Rolü
SANAT KURUMLARININ OLUŞMASINDA ATATÜRK'ÜN ROLÜ
Büyük Atatürk’ün aramızdan ayrılmasının üzerinden bir yarım asır geçmiş bulunuyor. O’nu her 10 Kasım’da yurdun her yerinde andık, bundan böyle de anacağız. Bildiğiniz gibi bu yıl anma şekillerinde değişiklik yapılmış ve yas üslubunun terkine karar verilmiş bulunuyor.
Atatürkçülüğü statik bir kavram olarak değil, dinamik bir ideal olarak almak ve yaşatmak lâzımdır. Bu nedenle anma günlerinin amacı, yalnızca anıp, saygı gösterip kaybından dolayı acıları tazelemek değil, O’nu daha iyi anlayıp anlatmak, O’nun fikirlerini gelen günün yeni koşullarına adapte edip O’nun idealine ulaşmaya çalışmak olmalıdır.
Atatürk’ün ideali, Türk milletini medenî ve müreffeh bir millet olarak yükseltmek, kendi deyimiyle “muasır medeniyetler seviyesine çıkarmaktır”. Bunun için bilim ve teknolojide ilerlemenin yanında hiç kuşkusuz sanat ve kültürde de ilerleme gerekmektedir. Atatürk, “muasır medeniyetler” derken, Batı’yı kastetmiştir. I. Dünya Savaşında büyük bir kesimiyle pençe pençeye savaştığı Batı’yı, Mehmetçiğin süngüleriyle denize döktüğü Yunan askerlerinin Anadolu’ya çıkmasına ve müteakiben yayılmasına yalnızca seyirci kalan değil, arka çıkan Batıyı, I. Dünya Harbinde ölen İngiliz şair Rupert Brooke’un dediği gibi, bir haçlı seferi ruhu ile İstanbul’u Türklerden almak için geldikleri bu diyardan, bileğini bükemedikleri Türk’ün ay yıldızlı bayrağını selâmlayarak, gemilerine binip giden Batı’yı. Atatürk bu yönelişi şöyle yorumlar: “Doğu’nun uygarlık anlayışı, maddî, manevî dünya olaylarını din görüşüyle değerlendiriyordu bu uygarlık kavramı yaşadıkça, kalkınma ve refah sağlanamaz ..., Uygarlığa girmeyi arzu-layıp Batı’ya yönelmemiş bir ulus gösterilemez”.
İşte burada, Büyük Önder’in gerçekçi yönü, duygu ve düşünceyi biri-birine karıştırmayan yönü kendini göstermekte, Batı dünyasının son birkaç yüzyıl içinde gösterdiği aşamayı, Doğu toplumlarıyla oranlayarak yöntem olarak Batı’ya yönelmek zorunluluğunu görebilmektedir.
İnsan topluluklarını toplum yapan öğelerin başında, kültür ve sanatın geldiği hepimizin bildiği bir gerçektir. Bunun için de eğitim ve öğretim şarttır. Atatürk bu konuda “memleketimizi, toplumumuzu hakikat hedefine, saadet hedefine ulaştırmak için iki orduya ihtiyaç vardır. Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri milletin istikbalini yoğuran irfan ordusu ... Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, muharebe meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, bunun meyvaları yok olmaya mahkûmdur. Zaferlerin sürekli neticeler vermesi ancak irfan ordusu ile mümkündür”, demektedir. İşte Atatürk, yöntem olarak Batı’ya yönelik bir irfan ordusu oluşturmak ihtiyacını görmüş ve bu amaçla, uygun gördüğü bilim ve sanat kurumlarını kurma çabası içine girerken, sanatı, bir milleti yaşatacak temellerden biri olarak göstermiş, sanattan, sanatkardan mahrum bir milletin tam bir hayata malik olamayacağına işaret etmiş ve “Sanatsız kalmış bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.” vecizesiyle görüşlerini özetlemiştir.
Yukarıda değindiğimiz Batı’ya yönelme, sanat kurumlarında, özellikle sanat eğitim ve öğretim kurumlarında, hemen Cumhuriyet’i izleyen yıllarda, meyvelerini vermeye başlamıştır.
1883 yılında kurulan, Türkiye’nin ilk sanat öğretimi kurumu Sanayi-i Nefise Mektebi, 1924 yılında mimarlık, resim ve heykel bölümlerinin yanına, tezyini sanatlar bölümünün eklenmesiyle gelişiyor ve 1926’da Üniversitemizin bugünkü merkez binası olan Fındıklı’daki Çifte Saraylar’a yerleşiyordu. Atatürk Güzel Sanatlarla ilgili konuşmalarından birinde: “İnsanlar mütekamil olmak için bazı şeylere muhtaçtır. Bir millet ki resim yapamaz, bir millet ki fennin icap ettiği şeyleri yapamaz, itiraf etmelidir ki o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur.” diyecek kadar bu konuya önem veriyor ve “... Türk milletinin tarihî bir vasfı da güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir... Bunun içindir ki milletimizin güzel sanatlara sevgisini mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek millî ülkümüzdür.” sözleriyle icraatının gerekçesini belirliyordu. Gene Atatürk’çe “Dünyada uygar, ilerlemiş ve gelişmiş olmak isteyen herhangi bir millet kesinlikle heykel yapacak ve heykeltıraş yetiştirecekti.” Atatürk heykel konusu üzerinde özellikle duruyor ve bazı çevrelerdeki tutuculuğa karşı tutumunu da böylece belli ediyordu. Bu yıllarda, yurt dışına heykeltıraş yetiştirmek üzere gençler gönderilirken, bir yandan da yurtdışından Kanonika, Krippel, Hanak gibi sanatçılar, Cumhuriyetimizin ilk anıtlarını yapmak üzere Türkiye’ye davet ediliyorlardı. Daha 1927’de resim ve heykel sergileri açılmaya başlamıştı. Nihayet 1937’de Atatürk’ün direktifi ile Güzel Sanatlar Akademisi’ne bağlı olarak Dolmabahçe Sarayı Veliaht Dairesi’nde Resim ve Heykel Müzesi kuruldu. Ve açılışı bizzat Büyük Önder tarafından, şu anda içinde bulunduğumuz bu salonda gerçekleştirildi.
Cumhuriyetin getirdiği en önemli sanat olaylarından biri de Musikî Muallim Mektebinin Konvservatuara dönüştürülmesidir. Atatürk 1934 yılında Büyük Millet Meclisi’ni açış konuşmasında aynen şunları söyler: “Arkadaşlar, güzel sanatların hepsinde ulus gençliğinin ne türlü ilerletilmesini istediğinizi bilirim. Bu yapılmaktadır. Ancak bana kalırsa bunda en çabuk, en önde götürülmesi gerekli olan, Türk musikisidir. Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir.”
“Bugün acuna dinletilmeye yeltenilen musikî bizim değildir, onun için yüz ağartacak değerde olmaktan çok uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal, ince duyguları, düşünceleri anlatan yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir gün önce genel son musiki kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak, bu yolda Türk ulusal musikisi yükselebilir. Evrensel musikide yerini alabilir...”
Söylendiğinden günümüze kadar süren bir tartışmayı başlatan bu sözleriyle Atatürk, kanımızca tek sesli de olsa, gerçek Türk musikisine karşı olduğunu değil, o günkü haliyle müziğimizin, yaratı ve icra yönünden “bize”, yani genç ve dinamik cumhuriyete yakışmadığını ifade etmek istemektedir.” “Ulusal ve ince duyguları, düşünceleri anlatan yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamaktan” ve onları “bir gün önce, genel son musikî kurallarına göre işlemek gereğinden” söz eden Atatürk, gününe kadar gelmiş müziği, tümüyle reddediyor olabilir mi? Halkın bağrından çıkan ve gerçek bir kültürün, geleneğin eseri olan halk türkülerini, uzun havaları, bozlakları, Meragalı Abdülkadirden bu yana oluşmuş klâsik müziğimizin tümünü reddedebilir mi? Kanımca buna olumlu cevap vermek mümkün değildir. Büyük Önder burada, her konudaki devrimci kişiliğiyle, müzik alanında yapılması gereken devrimden söz etmekte, onun yolunu göstermektedir.
Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet Türkiyesi’ne geçilmesi, ekonomik ve endüstriel düzenlemeler, Medenî Kanun’un kabulü, harf ve şapka devrimleri gibi, çok boyutlu ve kapsamlı atılımların, sanat ve kültür olaylarını da etkilememesi düşünülemezdi. Toplum yapısı nasıl değişiyorsa, ona ait olan tüm kültür ve sanatın da bu değişiminin gerisinde kalmaması, değişimi izlemesi, yansıtması gerekirdi. Bu nedenle, kendi yaşama biçimi, geleneği, din anlayışı ve hayat felsefesinin bir bileşkesi olan kültürünün gereği, resim ve heykel sanatına yönelmemiş, onun yerine oyma, hat ve minyatür alanlarında şah eserler yaratmış olan ve minyatür karakteri gereği, perspektife yer vermediği gibi, müzikte de çok sesliliği benimsememiş olan Osmanlılarda bu gelişmeyi olumsuz olarak nitelendirmeye hakkımız olmadığı açıktır. Ancak yeni Türkiye’nin, tüm kurumlarıyla büyük bir değişim ve gelişim içindeki Türkiye’nin, Osmanlı sanatını, müziğini aynen sürdürmesini beklemeye de o ölçüde, hakkımız olamazdı. Dolayısıyla, yeni müzik yapıtlarının toplumdaki bu değişimleri çağdaş Türkiye’nin dinamizmini ve dünyaya açılışını yansıtması lâzımdı. Bunun için, geleneksel müziğimizin şarkı, beste, semai gibi nispeten kısa süreli müzik formları yerine daha uzun soluklu formlar ile ritim ve melodinin yanı sıra daha güçlü duygusal bir etki amacıyla çok sesliliğe ve geleneksel müziğimizde kullanılması mutat olmayan yeni sazlara yönelinmesi gerekiyordu. Atatürk yukarıda sözünü ettiğimiz konuşmasında “... ulusal, ince duygular, düşünceler” diyor ve Türk ulusal müziğinin ancak bu yolda yükselebileceğine ve evrensel müzik alanında yerini alabileceğine değiniyordu. İçerik açısından bizden olan bir müzik olacaktı bu, ama dünyaya daha güçlü bir sesle haykıran.
Büyük Önder’in tüm Batılılaşma hareketi içinde, daima kendi benliğimize bağlı kalmamız gereğine yönelik bazı sözlerini, burada tekrarlamak isterim: “insanlar göreneklerini, törelerini, duygularını, eğilimlerini, hatta düşüncelerini değerlendirme ve eğitmede, içinde yetiştiği toplumun genel eğiliminden kurtulamazlar”, “Millî benliğini bilmeyen milletler öteki milletlerin avıdır... Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak, önce bizim kendi benliğimize ve milletimize bu saygıyı, duygu düşünce ve davranışla bütün iş ve hareketlerimizde göstermemiz gerekir.”, “Yetişen çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin hudutları ne olursa olsun, en evvel ve her şeyden evvel Türkiye’nin istiklâline, kendi mülküne ve millî ananelerine düşman olan unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir...” Ancak şu sözleri bu konudaki görüş ve davranışlarının belki de en açık ifadesidir: “Biz, Batı medeniyetini bir taklitçilik yapalım diye almıyoruz, onda iyi olarak gördüklerimizi, kendi bünyemize uygun bulduğumuz için dünya medeniyet düzeyi içinde benimsiyoruz.”
İşte Atatürk müzik alanındaki atılımlarını da bu görüş doğrultusunda eyleme dönüştürecekti. Önce 1924 yılında “Musikî ve Temsil Akademisi Kanunu” çıkarıldı. Ancak Atatürk bu Kanun’un uygulamasına geçilmesini, denenmesi için bir süre geciktirmiş ve 1934’de bir kongre toplayarak, Türk müzik adamlarıyla bazı yabancı uzmanların görüşlerinin alınmasını istemiştir. Aynı yıl Devlet Konservatuvarı Kanunu çıkarılmış ve konservatuvarın hazırlıkları başlamıştır. Bu çalışmalarda en büyük paylardan biri büyük Alman bestecisi Paul Hindemith’e aittir. Cevat Dursunoğlu ile Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarımızın değerli hocalarımızdan, müzikolog, sayın Prof. Cevad Memduh Altar’ın yoğun emekleriyle Türkiye’ye getirilen Hindemith, incelemelerde bulunmuş, konservatuvarın kuruluş şemasını hazırlamış, ayrıca burada görevlendirilmek üzere, bazı yabancı sanatçı ve hocaların adlarını vermiştir. Nihayet 1936’da, Büyük Millet Meclisi’nin açılış konuşmasında, Atatürk, Konservatuvar ile Temsil Akade-misi’nin kurulmakta oluşundan sevinçle bahsetmiştir. İleride, 1940’da, Müzik Kısmı ve Temsil Kısmı olarak ikiye ayrılacak olan Konservatuarın, Temsil Kısmı’na dönüşecek olan Temsil Akademisi’nin kuruluşunda da tiyatro ve opera alanlarında uluslararası üne sahip Cari Ebert’in büyük katkıları olmuştur. Bu dönemde, Türkiye’de bir süre çalışmış ve daha sonra Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmiş olan büyük Macar besteci Bela Bartok’tan da söz etmek gerekir. Ülkesinde halk müziği üzerinde çalışmalar yapmış olan ve bizim halk müziğimiz üzerinde de araştırmalar yapmak isteyen ve başvurusu üzerine, Halkevi tarafından yurdumuza davet edilen Bartok, gene Üniversitemiz Devlet Konservatuvarı’nın öğretim üyelerinden değerli besteci Prof. Adnan Saygun ile birlikte, Anadolu’da önemli araştırma ve tesbitler yapmış ve halk müziği ile ilgili bir arşiv kurulmasını yetkililere önermiştir.
Atatürk’ün eşsiz dinamizmi ile hareketlendirdiği bu ortamda opera ve bale gösterileri gündeme geliyor, hatta Saygun ilk Türk operasını besteliyor ve Türkiye medenî olmanın şartlarının başında gelen, kendine özgü bir kültür ve sanat birikimine sahip olma gereği doğrultusunda, geçen zamanın kısalığı ile ters orantılı, büyük hamleler yapıyordu.
Büyük Atatürk döneminde gelişen ve kurulan sanat kurumlarından, Üniversitemizin ilgi alanına giren ikisi üzerinde bazı tespitler yapmaya çalıştım. İzninizle burada bir nokta üzerinde görüşlerimi açıklamak istiyorum. Cumhuriyet Türkiyesi’nin çok sesli müzik alanındaki ilk isimleri, “Türk Beşleri”, Ulvi Cemal Erkin, Hasan Ferit Alnar, Cemal Reşit Rey, Adnan Saygun ve Necil Kazım Akses’i, bunların ve Korservatuvarlarımızın öğrencileri olan, ikinci ve üçüncü kuşak besteciler izledi. Osmanlı dönemine ait tamamen kendimize ait zengin müzik dağarcığımızla, eşsiz halk müziği birikimimizin yanında, bugün uluslararası düzeyde çok sesli bir müzik dağarcığımız da oluşmuş bulunuyor. Bazı çevrelerde bunların çoksesli ve Batı tarzında formlardan olmalarından dolayı dışlanmak istendiklerine zaman zaman şahit oluyoruz. Müzikte çok seslilikle tek sesliliğin yalnızca bir ifade aracı olduğu, seçilen formlarla sazların ise, özün ve içeriğin dışında olduğu düşünüldüğünde, bütün iddiaların ne ölçüde boş olduğu ortaya çıkacaktır. Nitekim bugün, Türk Sanat Müziği gibi, biraz tekelci bir adla anılan, geleneksel müziğimizin bir kolunun da evrimine baktığımızda, burada da zamanla keman viyolonsel gibi sazların veya vals temposunda şarkıların, fantezilerin yer aldığı ve bunların giderek benimsenmiş olduğu görülür. Makam konusuna gelince, bilindiği gibi, bu da gene bir amaç değil, tonalite ile ilgili bir ifade aracıdır. Bir müziğin ulusal olması, toplumsal, ya da tam tersi, uluslararası bir nitelik taşıması ile tek sesli, çok sesli oluşu arasında mutlak bir ilinti kurmak kanımca yanlıştır. Büyük Atatürk, o büyük inkılâpçı, işte bu konuyu daha o zaman gündeme getirmiştir. Enderun musikisi veya tekke musikisi nasıl Osmanlı İmparatorluğunda Türklerin çoğunlukta olduğu bölgelerde o dönemin hayat biçiminin, dünya görüşünün bir bileşkesi olarak tutarlı bir şekilde oluşmuş ve günümüze gerçekten eşsiz şah eserler bırakmışsa, bu olumlu gelişmenin paralelinde, günümüz Türkiyesi’nin de, kendine özgü bir müzik birikiminin oluşmasından daha tabiî ne olabilir.
Bugün ise, bırakalım serbest müzik piyasasını, bir devlet kurumu olan TRT’nin televizyon programları bile kalıcı, eğitici, yüceltici, düşündürücü olmaktan çok ötede, pop müziğinden arabeske uzanan garip bir yelpazeyi yansıtmaktadır. Bu yelpazede, geleneksel müziğimizin otantik icralarına ve çok sesli çağdaş müziğimize ayrılan yer giderek azalmakta, halk müziği alanında bir iki bölgenin dışındakilere neredeyse yer verilmezken bazı “as-solist”lerimiz, arkalarında temsil ettiklerini iddia ettikleri müzik ile alâkalı olsun olmasın büyük saz gruplarıyla, çoğunluğu nihavent makamında ve vals temposunda, hemen tümü birbirinden kolay şarkılarla programlarını doldurmakta veya “çok sesli müzik çalışmaları” iddiası altında çok sazlı gösteriler sürdürmektedir.
Atatürk’ü işte burada bir kere daha hatırlayalım. Asker Mustafa Kemal’in kurtardığı vatan topraklarında, devlet adamı Kemal Atatürk’ün kurduğu yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurumlaştırmadaki kapsamlı irşatlarını anlamaya ve uygulamaya çalışalım. Dehası önünde saygı ile ve bizden biri olmasının gururunu yaşayarak eğilelim. Sözlerimi, Türklere karşı olan hisleriyle ünlü, İngiltere’nin I. Dünya Savaşı yıllarındaki başbakanı Lloyd George’un sözleriyle bitirmek istiyorum. Yunan kuvvetlerinin İzmir’de denize dökülmesinin akabinde, İngiltere Parlamentosunun yaptığı olağanüstü bir oturumda ilk sözü alan İşçi Partisi Başkanı Mac Donald’ın büyük bir hayal kırıklığıyla “Hükümetten şunu sormak isterim. Hükümet Anadolu’yu galip devletler arasında paylaştırmak amacıyla hazineden binlerce altın aldı. İstanbul ve Boğazlar Büyük Britanya’nın olacak, İzmir Yunanlılara, Antalya ve Konya İtalyanlara, Adana ve havalisi Fransızlara verilecek Doğu’da bir Kürdistan ve bir bağımsız Ermenistan kurulacaktı... Ne yazık ki bunların hiç biri olmadı. Bu taksim projesini Mustafa Kemal’in süngüleri altüst etti. Bu hususta hükümetten açıklama istiyoruz.” şeklindeki konuşmasına cevap vermek üzere ağır ağır kürsüye gelen Lloyd George. “İnsanlık tarihi birkaç asırda ancak bir dâhi yetiştirebiliyor, şu talihsizliğimize bakın ki, beklenilen o dâhi bugün Türk milletine nasip oldu. Elden ne gelirdi” diyor ve büyük bir sessizlik içinde kürsüden indikten sonra da başbakanlıktan istifa ediyordu.
Kurtuluştan sonra süngülerini kınına sokan asker Mustafa Kemal, dehasını bu defa Cumhuriyet Türkiyesi’nin yukarıda bir ikisine değindiğimiz kurumlarının oluşmasına yöneltti.
Saygı sana büyük asker, saygı sana büyük insan.
Prof. Dr. Gündüz Gökçe
Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 18, Cilt: VI, Temmuz 1990
NOT: Mimar Sinan Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Gündüz GÖKÇE’nin 7 Kasım 1988 günü İstanbul’da Atatürk Haftası’nın açılışında M.S.Ü. Resim Heykel Müzesi’nde yapmış olduğu konuşma metnidir.