Florya Köşkü’nde Kopan Fırtına
Karakter Boyutu
Florya Köşkü’nde Kopan Fırtına
Florya Köşkü’nde Kopan Fırtına
Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın birçok devrimlerden sonra, büyük dil devrimine giriştiği yıllardayız. Gazi, her gittiği yerde akademik toplantılar düzenlenmekte, öz Türkçeye doğru hızla yürümek için her türlü olanaktan istifade yollarını aramaktadır. Büyük Doğu Bilimleri bilgini Türkologların, dil bilginlerinin incelemeleri tercüme edilmekte, bunlar üzerinde araştırmalar yapılmaktadır.
Gazi’nin o günlerde en büyük zevki, bu konularda otorite olan bazı kişileri imtihan etmekti. İmtihan olanlar arasında kimler yoktu; doktor, matematikçi, mühendis, öğretmen, profesör, asker ve diğerleri...
Burada anlatacağımız olayın cidden karakteristik tarafları vardır. Ve Gazi’nin birkaç büyük cephesini aydınlatmaktadır.
Bu olayda adı geçen kıymetli ilim adamını okuyucularımıza birkaç satırla tanıtmak istiyoruz; Türk ilim dünyasının çok yakından tanıdığı ve ilmî kimliği birkaç satırla değil, uzun makalelerle bile anlatılması güç olan bu zat, Sayın Osman Ergin’dir. Uzun yıllar belediye ve vilâyet Mektupçuluğunda bulunmuş olan Osman Ergin, Türk irfan hayatına eşsiz eserler hediye etmiştir.
İlmî kimliği bu kadar üstün olan Osman Ergin’in insanlık tarafı da örnek alınacak derecededir. İyi kalpli, temiz huylu, alçak gönüllü bir insan ve ilim âşığı bir bilgindir. On bini aşan çok kıymetli kütüphanesini, kendi kurduğu Belediye Şehir Kütüphanesi’ne bağışlamıştır.
Florya Köşkü’nde her zamanki akademik toplantıların yapıldığı bir gecedir. Gazi’nin huzurunda birçok ilim adamları vardır. Vali ve Belediye Reisi Muhittin Üstündağ1 da sofrada hazır bulunanlar arasındadır. Konu, dil devriminin gittikçe ilerlemekte ve gelişmekte olan araştırmalara intikal etmiştir. Muhittin Üstündağ, ilmine ve erdemine çok inandığı Osman Ergin’den bahsediyor, tarımla ilgili terimler üzerinde çok orijinal bir tetkik yapmış olduğuna söylüyor.
Gazi bundan son derece memnun oluyor ve:
-“Çağıralım buraya” diye emrediyor.
Osman Ergin, o zaman Büyükada’da oturmaktadır. Florya Köşkü’nden kalkan bir motor, Osman Ergin’i getirmek üzere yola çıkıyor. Muhittin Üstündağ:
-“Son hazırladığı tarım makalesini de beraberinde getirsin” haberini gönderiyor.
Büyük bilgin Osman Ergin, gece yarısı Muhittin Bey’in haberini alınca telâşlanıyor. Nereye, niçin davet edildiğini anlamıştır. Gazi’nin, huzuruna davet edilmesini, hayatının hayırlı bir işi kabul ediyor. Ömrü boyunca, gösterişsiz köşesinde sadece ilim aşkıyla çalışmanın ödülünü ancak bugün görecektir. Kendisini yakından tanıyan ve hürmet eden Muhittin Üstündağ’a da, böyle bir zemin hazırladığı için minnet duymaktadır.
Osman Ergin’in motora binerek Florya Köşkü’ne gelinceye kadar geçirdiği zaman büyük ilim adamına sonsuz bir ferahlık vermiştir.
Ilık bir rüzgâr esmekte, motor denizi yara yara, mesafeleri yutmaktadır.
Motor köşkün iskelesine yanaştığı anda memurlar, polisler koşuyorlar; iskeleye çıkan Osman Ergin’i hürmet ve saygı ile selâmlıyorlar.
Haber veriliyor ve Osman Ergin derhal içeri alınıyor. Gazi’nin gözlerinde neşeli pırıltılar yanıp sönmektedir.
Muhittin Üstündağ, Osman Ergin’i Büyük Gazi’ye takdim ediyor.
Gazi:
-“Muhittin’i bunun için severim. İlim adamlarını buluyor, onları koruyor...”
Ve Osman Ergin’i yanındaki koltuğa davet ediyor. Hazırladığı makaleyi okumasını emrediyor.
Osman Ergin makalesini çıkarıyor. Bütün ömrünü bu milletin ve bu memleketin ilim hayatına hizmete harcamış olan büyük bilgin okudukça, Gazi takdirlerini saklamıyor, arada bir, bir kelime, bir buluş hakkında kendisi açıklama yaparak Osman Ergin’in isabetli fikirlerini alkışlıyor.
Makalenin okunması bittiği zaman, herkes memnundur. Herkesin yüzünde, Gazi’nin memnuniyetinden duyulan hazzın izleri titreşmektedir.
Osman Ergin, derin bir nefes aldıktan sonra makalesini alıp cebine koymak üzeredir. Birden bir olay... Hiç beklenmeyen bir olay... Gazi’nin kaşları çatılmış, biraz önceki tatlı, iltifat edici sesi çelik gibi sertleşmiştir:
-“Ver bakalım Osman Bey şu makaleni.”
Bu ses, salonda hazır bulunanların hepsini birden irkiltmişti. Osman Ergin, cebine koymak üzere bulunduğu makaleyi Gazi’ye uzatmadan önce, hazır bulunanlardan bazılarının yüzlerine şöyle hızlı bir bakış fırlattı. Okuduğu mana kendisini büsbütün şaşırtıyor ve elinde olmadan, elindeki makaleyi Gazi’ye uzatıyor.
Şimdi Gazi’nin kalın kaşları çatılmış, açık alnı kırışıklıklarla dolmuştu. Hiç kimsede ne ses, ne de küçük bir hareket vardır. Muhittin Üstündağ başını önüne eğmiş, Gazi’nin sofrasında daha fazla ayrıcalığı olanlar, daha bir dakika önce bizzat Gazi’nin içten takdirlerini toplayan Osman Ergin’e acır gibi bakıyorlar.
Bu derin sessizliği, ruhları ürperten sert, ordusuna ölüm, dirim komutasını veren bir askerin gür sesi, Gazi’nin sinirli olduğu kadar heyecanlı sesi bozuyor:
-“Siz, Bay Osman Ergin, benim bu ülkede bir harf devrimi yaptığımı bilmiyor musunuz?”
Bu derin sessizliğin bilmecesi artık çözülmüştü. Fakat gerçekten özlü, büyük bir çalışma sonucu hazırlanmış ve üstelik birçok ilim adamlarına ve profesörlere nasip olmayan takdirleri kazanmış bulunan bu makalenin en büyük, hatta affedilmez hatası, Arap harfleriyle yazılmış olmasıydı. Gazi’nin bu konudaki sonsuz titizliğini çok iyi bilenlerden biri de Muhittin Üstündağ olduğu halde, nasıl olmuş da hatırlayamamış ve Osman Ergin’e bu noktayı bildirmemişti.
Fakat artık iş işten geçmiş bulunuyordu. Şimdi Gazi’yi bu sinirinden ve nasıl yatıştıracaktı?
Buna kimse cesaret edemiyor, hazır bulunanlardan bir tanesi, bir arabulma ve af dileme yoluna gidemiyordu.
Gazi, elindeki makaleyi buruşturuyor, sonra Osman Ergin’e soruyor:
-“Sizin memuriyetiniz ne idi?”
Olayın, bundan sonraki kısmını, Osman Ergin’in ağzından nakledelim.
Osman Ergin diyor ki:
-“‘Gazi, benim bu ülkede bir harf devrimi yaptığımı bilmiyor musunuz?’ Dediği zaman, beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Gözlerim kararmış, kulaklarım uğuldamaya başlamıştı. Davanın tamamıyla kaybedilmiş olduğunu anlıyor ve buradan nasıl kurtulacağımı düşünüyordum.
İkinci sorusu, nedenini anlayamadığım bir hisle beni ümide düşürdü, memuriyetimi soruyordu. Belki bunda kurtuluş yolu vardı. Derhal:
-‘Mektupçuyum Paşam...’ Diye cevap verdim.
Bu cevabım Gazi’yi yatıştıracak mıydı? Bu ümidim de ancak birkaç saniye sürdü. Gazi biraz önceki şiddetle:
-‘Bu mektupçuluğu tamamıyla kaldırmalı...’ Diye gürledi.
Önce, söylenen sözleri kendi kendime bir daha tekrarladım. Sesin kulaklarındaki yankısını içimde duymaya çalıştım. Evet, Atatürk, yurttaki bütün mektupçuları görevlerinden alacağını söylemişti.
O zaman, gözümün önüne tanıdığım birçok mektupçu dostlarım geldiler. Ve büyük bir ateş içimi kapladı. Benim yüzümden bunca günahsız mektupçular, birden azledilecekler, aç, perişan kalacaklardı. Ve zavallı meslektaşlarıma ben sebep olacaktım.
Nasıl oldu, nasıl anî bir ilham geldi, bunu hâlâ bilmiyorum. Salonda bulunanların hepsini sindiren ve herkesi titreten Gazi’nin bu hiddeti karşısında ben birden cesaretlenmiştim. Kelimeler, kendiliğinden ağzımdan döküldü:
-‘Paşam, dedim, mahvedecekseniz, beni mahvediniz, diğer meslektaşların bunda ne günahları vardır.’
Gazi’nin birden bana döndüğünü ve sert bakışlar ile bana baktığını gördüm. Kızgınlığı artmış, eksilmemişti. Elindeki kalemi şiddetle yere çarptı ve:
-‘Ben kimseyi mahvetmem’ dedi.
Ruhumda tatlı bir rüzgâr esmeye başlamıştı. Demek meslektaşlarım mahvolmaktan kurtulmuşlardı. Oh... Bu, benim için ne büyük mutluluktu.
Fakat hâlâ, orada hazır bulunanların sesi çıkmıyor, hâlâ hepsi susuyordu. Biraz evvel boynunu büken Muhittin (Üstündağ) Bey’e diğerleri de uymuşlardı. Onlar da önlerine bakıyorlar, kimse imdadıma yetişmiyordu. Bu hal, maneviyatımı büsbütün bozuyor, yıkıyordu. Artık fazla bir şey ne düşünebiliyor, ne de düşünsem söyleyebilecek güce sahip bulunuyordum.
Bu derin, sinir bozucu sessizliği yine Gazi bozdu, kulaklarda değil, kalpte duyulan bir sesle, sadece:
-‘Araç’ dedi.
İnsan kafasında ne kadar olgun fikir yuva yapmış olursa olsun, olaylar, çok defa insanı çocuklaştırır, çocukça düşündürür.
Bu mecliste bir suçlu idim. Gazi’nin devrimlerine cephe alan bir suçlu idim ve bu suçum en yakın dostlarım tarafından bile kabul ediliyordu. O kadar ki, beni müdafaaya bile kimse cesaret edemiyordu. O halde bu ‘araç’ ne idi.
Böyle zamanlarda şeytan da görevini bütün kudretiyle yapar. ‘Araç’ bana Abdülhamit devrini hatırlatmıştı. Yoksa ayaklarıma taş bağlayarak beni denizin dibine mi göndereceklerdi?
Bu ıstıraplı hal fazla devam etmedi. Bir sivil kibarca dışarı davet etti. Yerimden güçlükle kalkarak yürüdüm. Kapının önündeki polisler, yine içeri girerken olduğu gibi saygı ile selâmlıyorlardı.
İskelenin yanına geldik.
Beni en büyük ümitlerle buraya getiren motor, iskeleye yanaşmış duruyordu. Polis, doğru oraya gitti ve kenara çekilerek yol gösterdi.
Motora, boş bir çuval gibi dönmüştüm. Derin derin nefes alıyor ve birkaç dakika içinde geçen olayları kafamda toplamaya çalışıyordum. Bir aralık aynı polis yaklaştı:
-‘Misafir Paşa da, gelecek, onun için biraz bekleyeceksiniz’ dedi.
Paşa niçin gelecekti, ben ne kadar daha bekleyecektim. Bunlardan bir sonuç çıkaracak halde değildim. Kımıldamadan uzanmış, yıldızlara dalmıştım. Bu halde ne kadar bekledim, ne kadar zaman geçti, bilmiyorum. Bir aralık bir ayak sesi duydum. Elimde olmadan başım o tarafa döndü. Bakar bakmaz da, kelimelerle anlatılması mümkün olmayan ani ve müthiş bir sarsıntı geçirdim. Çünkü köşkün iskelesinde, bana doğru ilerleyen Gazi’nin kendisiydi ve yalnızdı. Bir hayal görmekte olduğumu sandım. Korkunç derecede ağırlaşmış olan elimi güçlükle kaldırarak gözlerimi ovuşturdum. Hayır, gördüğüm hayal değildi. Gazi, kısa kollu bir gömlek giymişti ve ağır adımlarla bana doğru geliyordu Benim için yapacak en küçük bir hareket yoktu. Esasen bir şey düşünemiyordum. Belki hava almaya çıkmıştı, beni görmeden dönebilirdi. Görülmeyi istemiyordum, fakat kendimi gizlemeye de imkân yoktu.
Gazi, yönünü bana çevirmişti. Birkaç adım sonra motorun yanında durdu ve elini bana uzattı. Sert, fakat tatlı, sevecen bir sesle:
-‘Osman Bey’ dedi, ‘sizi biraz kırdım.’
Cevap veremedim. Elimi sıkmıştı, övüyordu. Ben yerimden kalkamıyordum.
-‘Böyle yapmaya mecburdum. Yazınız beni cidden memnun etti, çok çalışmışsınız, çok güzel buluşlarınız vardır. Yalnız bilmelisiniz ki, bu millet için yaptığımız devrimleri, her türlü engeli yıkarak yaşatmaya mecburuz. Bu devrimin esaslarını uygulamakla yükümlü olan kimseler de bunu böylece bilmelidirler. Bunun için içerideki olay, daha fazla onlara, orada hazır bulunanlara bir ders olsun diye meydana gelmiştir. Senin şahsına karşı istemeyerek yapılan bu hareketi hoş görmeniz gerekir.”
Büyük Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın, büyük ve kıymetli ilim adamımız Osman Ergin’e burada söylediği sözlerin daha ayrıntılısını, hiç şüphesiz, bizzat Osman Ergin, kendi kalemiyle yazarak milletimize bırakacaktır. İlmî ve tarihi incelemelerde, şimdiye kadar üzerinde çalışılmamış konuları en olgun şekilde ilim hayatımıza armağan etmiş bulunan Osman Ergin, Gazi’nin devrimlerinde ne derece titiz olduğunu en canlı bir belgeyle ifade etmiş olacaktır. Çünkü tekrar edelim, Gazi’nin hayatına ait olaylar, hiçbir zaman kişilerin malı değildir.2
1 Muhittin Üstündağ, (1884–1953), 14 Temmuz 1928 – 4 Aralık 1938 tarihleri arasında on yılın İstanbul Vali ve Belediye Reisliği'nde bulundu.
2 BANOĞLU, Niyazi Ahmet, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, Garanti Matbaası, İstanbul 1967., s. 268–276.
Kaynak: Atatürk’ten Gençliğe Unutulmaz Anılar, Ahmet Gürel, Mayıs 2009