"Bu başyapıtları köşke götürelim de doya doya seyredelim."
Karakter Boyutu
"Bu başyapıtları köşke götürelim de doya doya seyredelim." Cemal Kutay anlatıyor;
"Bu başyapıtları köşke götürelim de doya doya seyredelim."
Cemal Kutay anlatıyor;
Ankara'da sergi evi adlı bir bina yapılıncaya kadar resim galerisi yoktu. İlk resim sergilerimiz Ankara Palas'ın kalorifer dairesinin yanındaki holde açılmıştır. Ve daha taaa İş Bankası'nın kurduğu ilk şeker fabrikalarından, cam fabrikalarından başlayarak sanayileşme hareketinden sonra bütün sanayii müesseselerinin bütçelerine sanata yardım faslı altında bin-binbeşyüz liralık tahsisat koydurdu. Bir dolar yüz kırkdört kuruştu. Yani iki lira bile değildi. Tanınmış ressamlarımız tanınmış heykeltraşlarımız, hatta yeni yetişen istidatlar yılın belli günlerinde eserlerini Ankara'ya getirirler, sergi evinde teşhir ederler ve her tablonun altında bir boş yer bulunur ona şu kayıt konulurdu:
"Falan müessese tarafından satın alınmıştır."
Şahıs yoktu, ünlü Abdurrahman Naci Demirağ şahsı adına orduya bir uçak hediye eden adam: Tek başına... Demiryolu müteahhidiydi. Mustafa Kemal "İstikbal göklerdedir." deyip tayyare cemiyetini kurduğu zaman, her ilin orduya bir uçak kampanyası açıldı ve o, her ilin değil, her kişinin bile Türkiye'de ordusuna bir uçak armağan edebileceğini ispat için tüm servetini ortaya koyarak kendi adına bir uçak hediye ettiği zaman hemen onun yanında bir tablo alabilme öncülüğünü de yerine getirdi. Düşünün: Vatan müdafaasıyla birlikte sanatın elinden tutmuş olmak... Şimdi size Mustafa Kemal'in bu sanat sevgisini adeta Tanrısal bir değer gibi kucaklama tercihine ait çok düşündürücü bir hadise anlatacağım:
Resim tarihimizde bir Şevket Dağ vardır, İbrahim Çallı gibi, Namık İsmail gibi, Feyhaman gibi ünlü ressamlarımız eserlerini bütçe kabul edildiği zaman Ankara'ya getirirler, sergi evinde kolaylıkla satarlardı. Mustafa Kemal'in bir tercihi vardı: Bu sergilere ya ilk gün gelirdi veya en son gelirdi. Neden? İlk gün gelirdi; ilgiyi arkasından çekmek için... Son gün gelirdi; bu alakanın neticesini öğrenmek için... Sakın yadırgamayın onun bu özelliklerini... Çünkü O, kısacık hayatında hemen hemen her gün bu millete ve bu devlete yaşanılan çağdan yeni bir örnek, yeni bir ders daha veriyordu. Ona başöğretmen denmesini sadece kara tahtaya tebeşirle yeni harfleri yazmasına bağlamayın. O, devrini tamamlamış lanet bir kadercilikten başka elinde hiçbir şey kalmamış, hayatın güneşin battığı andan başlayan bir karanlık içine gömülen bir orta çağ yaşayışından yaşanan devrin çağını çıkardı. Her gün hayatında yeni bir şey getirdi bu memlekete... Onun için bu sergilere ya ilk gün giderdi, ya son gün.
Şimdi bir de ressam Şevket Dağ'ı (1875-1944) hatırlayalım: O yıl yani 1935'te yedi eser yapabilmiş, yedi tablo... Onları getirmekte geç kalmış. Sonuncusunu tekmilliyor. Geldiği zaman Ankara'ya bütçede para yok. Her gelen bizim Hakimiyeti Milliye'ye, (daha sonra Ulus) bir uğrardı. O da geldi, kendisini karşıladık ve Münir Hayri Egeli tamamen yüklendi bu işi. Zaten o meşguldü: Halk evleri adına ve gazete adına... Düzenlendi, eserleri konuldu ve her gün gazetede bir haber yaratıyoruz. Bizim çok değerli başyazarımız Falih Rıfkı Atay:
-"Sık sık bahsedin Şevket Dağ'ın sergisinden... İlgi uyansın" dedi.
Falih Rıfkı aynı zamanda Ankara Palas'ın yönetim kurulu başkanıydı. Onu o göreve Atatürk getirmişti, iki oda vardı emrinde. O iki oda yurdun dört tarafından gelecek fikir adamlarına, kalem sahiplerine, ressamlara, heykeltraşlara tahsis ediliyordu. Çünkü emin olun nadir istisnalarıyla bir sanatkar cebindeki parayla Ankara Palas'ta kalamaz, Karpiç Lokantasında yemek yiyemezdi. O günleri anlamadan ve o günleri bilmeden bugünleri kavrayamazsınız. Ve o günlerin bugünlere nasıl dönüştüğünü derinlemesine öğrenmezseniz, Mustafa Kemal'i de anlayamazsınız.
Ve Şevket Dağ bekliyor: Tablolarını almaya gelecekler. Hiçbir hareket yok, büyük bir üzüntü içinde. Hatta Münir Hayri'ye: "Münir Hayri... Eğer bu tabloları satamazsam bunları nasıl geriye götüreceğimi düşünüyorum, emin ol ancak bir yol param var İstanbul'a dönüş için..."
Biz de elimizden geleni yapıyoruz. Son gün geldi. Büyük bir heyecan içinde Atatürk'ün gelmesi bekleniyor. Hikmet Bayur da alakalı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak da alakalı.
Bir telefon geldi öğleden sonra gazeteye: Atatürk sergiyi ziyarete geliyor. Ben, Foto Cemal'i aldım, merakla bekliyoruz. Çok iyi hatırlıyorum: Yanında o sıralarda Ankara'da bir iş için bulunan değer verdiği kumandanlarımızdan İzzeddin Çalışlar var, Prof. Afet Hanım var, Kılıç Ali var, İsmail Müştak Mayakon var. Kapıda Şevket Dağ karşıladı kendisini.
-"Nasılsınız üstad?" diye sordu.
Ben onun kadar nazik, onun kadar terbiyeli ve onun kadar karşısındakinin ruhuna hitap eden bir başka yüce adama rastlamadım. Salona giriyorlar ve her biri ayrı ayrı bir şaheser olan tabloların önünde biraz duruyor, ne zaman yapıldığını soruyor, bilgi alıyor... Zannederim tabloların ya beşincisi ya altıncısı Mevlana ile alakalı, Kubbe-i Hadrayı gösteriyor. Nefis bir tablo... Adeta Mevleviliğin o bir sonbaharda tersim edildiği anlaşılan yerdeki yapraklardan o tabloda toplanmış. Onun önünde durdu ve döndü sordu:
-"Üstad bunu ne zaman böylesine yarattınız?"
Şevket Dağ:
-"Geçen sonbahar bir Eylül akşamıydı Atatürk."
Yine durdu, yine baktı. Bir anda döndü, dedi ki:
-"Üstadım Milli Eğitim Bakanı geldi mi?"
-"Geldi" dedi Şevket Dağ.
O zamanki kabinelerde yer alan sayısı 10 veya 11 Bakanı sırayla saymaya başladı Atatürk:
-"Ekonomi Bakanı geldi mi?"
-"Geldi."
-"Milli Savunma Bakanı geldi mi?"
-"Geldi" dedi,
-"Başbakan geldi mi?" dedi.
-"Evet Efendim Başbakan da teşrif ettiler" dedi.
O yakışan, o şahane ve bir muhasebenin, bir düşüncenin adeta ifadesi olan tebessümüyle:
-"Üstadım... Bu kadar "bakan" geldi de bir "gören" olmadı mı?" dedi.
Ve döndü Hasan Rızaya:
-"Soyak... Bu başyapıtları köşke götürelim de doya doya seyredelim" dedi.
Ve emin olun, tahsisat kalmadığı için o mütevazi devletin ayırdığı parada, İş Bankası'ndaki hesabından, yani şahsi parasından ödeyerek o tabloları aldı ve gitti.
Hey Goca Adam Hey!..
Kaynak: Bir Solukta Atatürk, Cemal Kutay, İklim Yayıncılık, 3. Baskı 2008,ISBN: 978-605-4159-00-0, sayfa: 207-212